Resulullah s.a.v. bir gün Mescide girdi.Orada Ensar’dan Ebu Ümame r.a. vardı ona: “Ey Ümame, niçin namaz vakti dışında Mescid’de oturuyorsun?”diye sordu. “Peşimi bırakmayan bir sıkıntı ve borçlar var ey ALLAH’ın Resulü” diye cevap verdi
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem: “Sana bazı kelimeler öğreteyim mi? Bunları okursan, ALLAH, senden sıkıntını giderir ve borcunu öder”

“Evet, ey ALLAH’ın Resulü, öğret!” dedi. “Öyleyse” dedi; “Akşama çıktın mı sabaha erdin mi şu duayı oku:
Anlamı: “ALLAH’ım üzüntüden ve kederden sana sığınırım. Aczden ve tembellikten sana sığınırım, korkaklıktan ve cimrilikten sana sığınırım. Borcun galebe çalmasından ve insanların kahrından sana sığınırım.”

Ebu Ümame der ki: “Ben bu duayı yaptım, ALLAH benden gamımı giderdi.


Duada ; İlk ‘hemm’ geliyor; geleceğe dair içimizde oluşan üzüntüler, kaygılar (anksiyete), endişeler, tedirginlikler, ürpertiler, panik hâli. (‘hemm’: insanı damla damla eriten hüzün diye açıklanır Müfredat’da)
Ve geleceğe dair üzüntüler, kaygılar (hemm) bizi ele geçirdiğinde, içinde bulunduğumuz ‘an’ı ve günü ve ömrümüzü kaçırmaya başlarız. Artık kaçırılan ‘an’lar geçmişimizi oluşturmaya başlar.
Bitkin düşer, yorgun hisseder, halsiz kalır. Ve ister istemez gelinen nokta ‘Kesel’: tembellik, üşenme hâli, gevşeklik, atıl hâle gelmek, hareketsizlik.

Ve kaygılı ve hüzünlü bir insan, kendini yetersiz, hiçbir şeye güç yetiremez hissetmiş,artık gevşemiş, hali kalmamış bir insan
‘Cubn’; yani korkaklık, (Müfrefat’da, baş edilebilecek, dayanılması gereken yerde kalbin zayıflık göstermesi olarak tanımlanır.)Her şeyden korkar hale gelmek… Korkan insan da elindeki her şeyi tutmak ister, herkesten esirgemek ister, kendini emniyete alacağını düşünür
Ve sonra ‘Buhl’ kesilir yani cimrileşir insan. Az kalan gücünü, kuvvetini, imkanını, vaktini sadece kendine kullanmak ister, başkasından esirger. Ve böyle bir insan hayatını ‘galebetiddeyn’ borcun galebesi altında geçirir, maddi manevi borç yükü altında ezilir.
Herkesin minneti altına girer,herkesten yardım bekler.
Kalbi minnet altında daralır. Ve ‘kahrir rical’ minnet altında başkasına muhtaç halde yaşayan insan da insanların kahrını çekmek zorunda kalır.Onların baskı ve zorlamaları altında kalır.Dıştan olmasa bile içten yaşar bu kahrı
Geleceğe dair ümidi azalır ya da kalmaz, yine ‘hemm’e döner daha da artmış bir şekilde… Hepsinden ALLAH’a sığınırız..
Selam ve dua ile

ALLAH bize yeter…

Yayınlandı: 08 Mart 2024 / Genel
Etiketler:, , ,


Sahip olduklarınızın sizin olduğunu düşünüyorsanız muhtaçsınız demektir.
Varlık içinde yokluğu görmemişseniz, yoksulsunuz demektir.
Cesaret, ‘ tan hakkıyla korkmaktır; korkmuyorsanız korkaksınız demektir.
Kelimeler kalbinde hikmetler taşır, hikmeti görmüyorsanız cahilsiniz demektir.
İnfak etmek, azametle bilinir; vermeye güç yetirirken veremiyorsanız âcizsiniz demektir.
Ama bir ömrün kavşağında durup geçmişe set çekebiliyorsanız cesursunuz demektir.
Sebeplerin ardındaki sebebi, her şeyin üstündeki müsebbibi arıyorsanız ârifsiniz demektir.
Vazgeçilmez olan için kendinizden bile vazgeçtiğinizde hazırsınız demektir.
Ve bir gün her şeyiniz hiçbir şey olduğunda, gemileri yakmak için imkansızı düşlerken…ALLAH SİZE YETER…
Doğumla ölüm arasında, gecenin karanlığında, bir şafak aydınlığında, dört mevsim yedi iklimde… BİZE YETER
İhtiyacı yaratan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, lütfeden, ihsân eden BİZE YETER.
Kimsesiz kaldığımızda, mutluluğumuz alındığında ellerimizden, yalnız bırakıldığımızda, suçlandığımızda, kınandığımızda; bir seccadenin şefkatinde dualar kalbimize deyip geçerken, dil ile ikrar edilen kalp ile tasdik olunduğunda… BİZE YETER.
Kalbimiz ağrıdığında, dilimiz dolandığında, omuzlarımızın üzerinizdeki yükün altında ezilirken; sevilmediğimizde, sorulmadığımızda, anılmadığımızda…
Yorulduğumuz zaman, direnmekten vazgeçmeyi düşündüğümüzde, hata ettiğimizde günahın pişmanlığıyla tükenirken…
Velhasıl yandığımız zaman zulmetin alevinde, ateşi serin ve selametli kılan BİZE YETER.
Duanın gücünü anlayıp yalnız O’ ndan istediğimizde, O’ na dayanıp güvendiğimizde, O’ ndan başka hiçbir şeyimiz kalmadığında… BİZE YETER
O, ne güzel bir vekil, O ne güzel bir dost, ne güzel bir yardımcıdır.!
Ey Rabbimiz, Bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır..!!

1928 yılında ilk defa latin alfabesini inceleyen
Ankaralı bir köylü…                                          
Biz Yunanı değil
1000. Yıllık geçmişimiz olan tarihi denize döktük ve
o günüde bayram diye kutladık…
Ne batılı olabildik nede Osmanlı kalabildik.

Celladına aşık maneviyatsiz bir nesil yetişti.
Arşivlerimizi sakladık, yaktık veya sattık…
Bir milleti kimliksiz bırakmak için
elindeki değerler bir bir yok edildi…

Bir gecede tüm halkı cahil bıraktılar,
ondan sonrada Osmanlı’ya iftira atıp
halkın %95’nin cahil olduğunun yalanını atıp
Osmanlı’yı karalamak için ellerinden ne geldiyse
bir bir hayata geçirdiler…
bunlara sebep olanlara
Rabbim Amelleri ile muamele etsin inşAllah.!

Kısa bir Not 🗒
Şanlı Ecdadımız’ın Kabir Taşında ne yazdığını okuyamayan tek Milletiz Dünya’da…


Ramazan, her sene bize karanlıklardan aydınlığa çıkmanın fırsatını sunar, yollarını gösterir.
Bazen aynanın karşısına geçip ya da bir arkadaşımızla karşılaştığımızda “Nasıl görünüyorum?” diye sorarız. Asıl soruyu şöyle sormak daha doğru olur;
“Nasıl görüyor?”
“Görülmeyeni de gören nasıl görüyor?”
“Kalbimi nasıl görüyor ALLAHu Teala?”
ALLAH AzzeveCelle bakıştaki niyeti, gözlerin nasıl baktığını bilen değil midir?
Kalbimizi tamir etme fırsatı veriyor Ramazan bize.
İhmal ettiklerimizi imar etme fırsatı veriyor!
Tahrip ettiklerimizi, yıktıklarımızı, kırdığımız gönülleri tamir etme fırsatı…
Kulluk vazifelerimizi ihmal ettiğimiz zamanları telafi etme fırsatı…
“Sabahın iki rekâtı dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır.” buyurur Peygamber Efendimiz (as). (Müslim, Müsafirin, 96)
Zaman planlamamız nasıl Ramazan ayında?
Teheccüd namazlarımız nasıl?
Sahurlarla beraber seherlerden istifade edecek miyiz?
Yoksa “akşamdan yatıvereyim sabahleyin 9’da 10’da kalkar işe giderim” şeklinde bir düşünceyle “iki rekâtı dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan” sabah namazını ihmal etmeye devam mı edeceğiz?
Ya da sofrasında bir tas sıcak çorbası olmayanı bulabilecek miyiz?
Bu müstesna fırsatın, müstesna bir affa, müstesna bir merhamete, müstesna bir mağfirete nail olmaya dönüşmesi için iyi değerlendirilmesi gerekiyor…
Dünyamızın Gazze’yle sınavı devam ediyor.
Herkese dokunmayınca acı, açlık ve yoksulluk ; tedavisi konusunda maalesef herkes üstüne düşeni yapmayabiliyor.
Yine bir günde açlıktan ölenler on binlerle ifade ediliyor…
Yine pazar yerlerinde patlamaya devam ediyor bombalar…
Yine ümmetin çocuklarının cesetleri vuruyor deniz kıyılarına…
Yine mülteci bir yanımız…
Yine yollara dökülenler, yollarda dökülenler bizim insanımız belki de insanlığımız…
Ülkemizde bir yılda 1.7 milyar ekmeği çöpe atıyormuşuz.
Yıllık gıda israfımız 18 milyon tondan fazlaymış.
Şu dünyadaki egemenlerin hayatına bakıp da özenenlerimiz oluyor. “Ya ne güzel yaşıyorlar ne imkânları var. Ne lüksleri var. Şu hayatlarına bak kardeşim. Bizim de yaşadığımız hayat mı be kardeşim!” diyenlerimiz oluyor.
Hemen Ramazanda inen Kur’an ayetleri bizi uyarıyor:
“De ki: “Size, iş ve davranışları bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi?” Onlar, iyi yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.” (Kehf; 103-104) İnkarcıların dünyadaki lüks,şatafat, imkân ve nimetlerinin hiçbir faydasını göremeyecekleri bir gün olduğunu hatırlatıyor. Özenmeyin onlara!
“İnkâr edenlerin (gönüllerince) diyar diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın; Kısa süren bir faydalanma… Sonra sığınakları cehennem. Ne kötü bir mesken!” (Âl-i İmran; 196-197) 
Şimdi arınma, paylaşma ve dayanışma mevsimindeyiz…
Vahiyle yani Kur’an-ı Kerim’le sağlıklı bir iletişim kurma zamanındayız.
Okuyacağız, anlamaya çalışacağız. Bir bir onları hayatımıza aktarmanın yollarını arayıp bulmaya da çaba göstereceğiz.

Salih kullar yaşanabilir bir dünya hazırlamalılar…
Salih kulların hazırlamış olduğu dünyada inanan insanlar da inanmayan insanlar da güven içerisinde yaşayabilmeliler. Ahirette herkes yaptığının, yaşadığının karşılığını görecek.

Açlıktan insanlar ölmeyecek…
Salih kullar dünyanın bütün açlarını doyuracak kadar gıdayı israf etmeyecek, ettirmeyecek…
Hala iftar sofralarında, arkadaşımızla beraber gittiğimiz bir lokantada ödediğimiz fatura asgari ücretli dört kişiyi geçindirmeye çalışan bir ailenin gelirinin üçte ikisi kadarsa ve sofraya gelen yemeklerin yediğimizden daha fazlası çöpe gidiyorsa bunun hesabının nasıl olacağını düşünecek insan…
Düşüneceğiz…
İftar sofraları israf sofraları olmayacak!
Rahmet mevsiminden azami istifade edebilmek için Rabbimize yöneleceğiz.
Paylaşacağız…
Dua ve istiğfarla bağışlanma dileyeceğiz.


Bir gün dersten çıkmış ve altın kullanmanın erkeklere haram olmadığını çünkü Kuran’da geçmediğini öğrenmişti. Hadislerde geçiyormuş. Hadislerde Peygamber efendimizden(sav) iki yüz yıl sonra yazılmışmış… Önceleri kafaya takmadığı bu bilgiyi nişanlı olunca fark etti. Altın yüzük almışlardı. Takmalı mı takmamalı mı?
Takmaya karar verdi çünkü Kuran’da böyle bir yasak yoktu.

Sonra ipeğin de erkeklere haram olmadığını öğrendi. Çünkü Kuran’da geçmiyordu. İpek bir kravat aldı ve onu iştahla taktı.

Kuran okuyordu. İyi meal takip ediyordu. Sonra Kuran’da bir gün ve gecede beş vaktin olmadığını da öğrendi.Ayetler iki, üç ve beş vakit için müsait manalar taşıyordu. Madem Kuran’da net bir vakit yoktu. Öyleyse iki de üç de beş de kılabilirdi. Bir sabah bir de akşam yeterli idi onun için. Bu şekilde bir müddet devam etti.

Sonra namazı bozan şeyler arasında konuşmanın, yemek yemenin, su içmenin olmadığını gördü. Kuran’da bunların namazı bozduğuna dair bir bilgi yoktu. Bundan sonra namazda telefonu çalınca “alo ben namazdayım, sonra ararım” demeye başladı. Bazen de namazın içinde telefon ile görüşüp sonra kaldığı yerden devam etmeye başladı. Namazda yorulunca bir yudum su da içiyordu. Çünkü namazı bozan bir durum değildi. Çünkü Kuran’da geçmiyordu.

Herkes onun namazını konuşurken Kur’an’da namazın belli bir tertiple olmadığını gördü. Yani tüm Kuran ayetlerini yanyana getirse de önce tekbir alması, kıyam yapması, rukü, secde ve oturma ile namazın bir düzeni Kuran’da yer almıyordu. Demek ki şimdiye kadar hep taklidi olarak namaz kılmış. Artık bundan sonra Kuran’ın dediği gibi namaz kılmalıydı. Fakat önce rukü ile mi yoksa direk secde ile mi yoksa kıyam ile mi karar veremedi. Değişik şekillerde kıldı. Bazen kıyamda başladı tahiyyat ile bitirdi. Bazen de tahiyyat ile başlayıp kıyam ile bitirdi.

Kendisi de bu halinden memnun değildi. Ne yapıyorum diye sordu kendisine? Tam bu sorunun cevabını ararken birden namazda neden her zaman Fatiha Sûresi sonra da kısa bir Sûre veya ayetler okuyorum diye sordu. Rukü ve secdede hep önceden ezberlemiş olduğu duaları okuyordu. Tahiyyatta ise aynı dualar.. Fatiha okumak, sûre okumak, bu dualar Kuran’ın emri değildi. Karar verdi. Her zaman farklı bir Sûre okumalıydı. Hem niye Fatiha? Niye Ettehiyyatu? Kuran’da geçen duaları namazın her tarafına yerleştirdi. Böylece kendisine has bir namaz şekli ortaya çıktı. Ama kafasında soru işaretleri de başlamıştı. Bu nereye kadar gidecek?

Bir gün sabah kıldığı iki rekat ve yatsı kıldığı dört rekatı düşündü. Neden biri iki diğeri dört? Kuran’da aradı. Ama bulamadı. Ya yatsıyı iki kılacak ya da sabahı dört kılacaktı? Ya da Niye iki veya dört? Beş altı yedi olamaz mı? Kafası iyice karışmıştı?

Namaz konusunda o kadar kafası karıştı ki ne yapacağını bilemez oldu. Bir gün bir hocanın namaz aslında duadır. Otururken, ayakta iken, uzanırken yapılan bir duadır sözünü işitti. Tamam dedi. Demek ben yıllarca kendimi bu şekillerde hep yanlış yapmışım. Doğrusu bu olmalı diyerek namazı bu şekilde eda etmeye başladı. Bu yeni namaz kolaydı.

Vakit yok. İstediğin vakitte yapabilirsin. Rekat sayısı yok. Eğilmeye kalkmaya, oturmaya, Fatiha ya da başka bir şey okumaya gerek yok. Günün istediğin vaktinde kalbinde Allah’ı anıyorsun ve bu Kuran’da Salat diye ifade edilen namazdı. Bu şekilde yapmaya başladı. Yani artık namaz kılmıyordu sadece dua ediyordu.

Tüm bu aşamaya nerden gelmişti?

Kur’an’da yok ve Hadisler Peygamber efendimizin (sav) vefatından iki yüz yıl sonra yazılmış çoğu da Emevi- Abbasi işi hadislerdir sözünden sonra olmuştu.

Simdi Kuran bize yeter diyenler kusura bakmasınlar. Eğer namazı bizim gibi vakitli, rekatlı, tertipli, namazı bozan ve bozmayan şeyler ile eda ediyorsanız demek ki Kuran size yetmiyor. Yok namaz kılmıyorsanız da sizi gerçekten tebrik ederim.
Fikrinizde samimisiniz.

“Kuran apaçık gönderilmiş bir kitap
okuyun anladığınız gibi amel edin.
Başkasının size anlatmasına ihtiyacınız yok”
Yıllardır insanlara bu fikri empoze ettiler.
Kendilerine tabi olan Müslümanlara
“her biriniz İmam-ı Azam’dan , İmam Şafi’den,
İmam Gazali’den, İmam Ahmet bin Hambel’den
İbn-i Abidinden daha aşağı değilsiniz, onların fikrine ihtiyacınız yok” diyerek 1400 yıllık birikimi, külliyatı yok saymalarını telkin ettiler.
O büyük alimlerin yorumlarına “uydurulmuş din” yaftası vurarak
kendilerinin hakikat tellalı olduğunu iddia ettiler.
Peşlerine düşenlerin yeteri kadar mankurtlaştığına
kanaat getirince;
Mankurtların Kuran’ı nasıl anlamaları gerektiğine dair kendi görüşlerini içeren kitaplar yazmaya başladılar.
Kısaca diyorlar ki: 1400 yıldır
ilim adamlarının çalışmalarına aldırış etmeyin,
Kuran’ı , dini bizim tarif ettiğimiz gibi anlayın.
Bu işi en iyi biz biliriz.
Sizi gidi narsist din bezirganları sizi…

Fahri Kopar

Her ümmetin belirlenmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir saat erteleyebilir ne de öne alabilirler.

وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً
وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

Rabbimin biçtiği ömür bu kadardı. Şehitler ALLAH’ın nazlı kullarıdır. Ne kadar nasiplisiniz ki ahirette Peygamberlikten sonra en büyük makam olan şehitliğe nail oldunuz.
Sizlere minnettarız, bizlere hakkınızı helal edin. Cennette bizlere dua edin.
Tufanlar hasbîleri ve hesâbîleri ortaya çıkarır
Şüphesiz her musibette bir hayır vardır ancak ibret alınır ve gereken yapılırsa.
Her sıkıntılı süreçte olduğu gibi bu süreçte de herkes asıl kimliğini öyle ya da böyle ortaya çıkarıyor.
Bu süreçte devletimizin yanında durup birlik ve beraberliğe çağıran, düşünen, muhakeme eden, akıl kadar ilme, ilim kadar tecrübeye, tecrübe kadar ahlaka dayanan, her dem ışıklarından aydınlandığımız öncü insanların kıymetini bilmeli ve onlara değer vermeliyiz.
Bu süreçte devlete köstek olan zihniyetler ki bunlardan kimileri; kalbinde nifak bulunan darbeci zihniyetler, fırsat bu fırsat diyerek suyu bulandırıp bulanık suda balık avlamaya çalışanlar.
Kimileri, hazımsızlık hastalığına duçar olmuş gözü kapalı yandaşlık noktasından bakan hasta ruhlar.
Kimileri ise parazit olanlar yani son fikri son duyduğu olan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş, fikrini destekleyen bilgisi olmadığı için çelişkili konuşanlar.
Söyler misiniz sizler bu ülkede ne ürettiniz tüketmekten başka?
Sizler ki her sancılı dönemde sorun oldunuz, yük oldunuz, bu vatanın arısı değil, sineği oldunuz.
Bizlerin bunlara karşı müteyakkız olması gerekiyor. Islah olmaları için kendilerini uyarmamız olmuyorlarsa vebadan kaçar gibi bunlardan uzak durmamız gerekiyor.
Devletimizin bu süreçten sonra birlik ve beraberliğe çağıran, hakiki destek veren öncülere değer vermesi ve fikirlerini önemsemesi, köstek olanları ise tespit ederek gerekeni yapması hiç şüphesiz çekilen acının hâsılatı olacaktır.
Ümmetin faydası ve huzuru için gayret gösteren herkese
selam olsun…

FETRET DÖNEMİNDEYİZ

Kırk gün boyunca kılıcını bileyerek Hz. Ali(ra) ’yi öldürmeyi kendisine nasip etmesi için ALLAH ’a dua eden İbni Mülcem gibi bir katil, din adına, ALLAH adına, dava adına kendi kardeşlerimizi harcadığımız, acımasızca birbirimize kıydığımız bir zamanda imtihan oluyoruz…

Uğruna mücadele verdiğimiz değerleri ihmal ettiğimiz, ideallerimizi unuttuğumuz, hedeflerimizden saptığımız, bilincimizi kaybettiğimiz, ihlâsımızı yitirdiğimiz, kardeşliğimizi katlettiğimiz, eminliğimizi mahvettiğimiz, modern bir “Fetret Döneminde” imtihan oluyoruz…
Kavimleri helak eden içki, kumar, zina, faiz, ırkçılık, eşcinsellik dâhil bütün günahların resmileştiği, kurumsallaştığı, vergiye tabi olduğu, reklâmının yapıldığı, modern bir “Cahiliye Döneminde” imtihan oluyoruz…

Namazın kötülüklerden alıkoymadığı, tesettürün örtmediği, ilmin istikamet vermediği, nasihatin tesir etmediği, ölümün ibret olmadığı, helalin tercih edilmediği, haramın reyting yaptığı bir zamanda imtihan oluyoruz…
Sokakta görünce yüzümüzü çevirdiğimiz bütün ahlaksızlıkları ve sapkınlıkları akşam olunca evimizde, eşimizle, kızımızla, oğlumuzla dizi ve film olarak heyecanla takip ettiğimiz, normalde kapımızın önünden bile geçmesine izin vermeyeceğimiz, kızımızın ve oğlumuzun yanına bile yaklaştırmayacağımız şahısları, artist ve sanatçı diye sevip, hayran olduğumuz bir zamanda imtihan oluyoruz…

Dışarıda savaştığımızı söylediğimiz yedi düvelin tüm kültür ve ahlaksızlığını, dizilerle evlerimize soktuğumuz, faizle ticaretimize bulaştırdığımız, loto, toto ve milli piyangoyla nesillerimize sunduğumuz,hak ve batılı birbirine karıştırdığı bir zamanda imtihan oluyoruz…

Her ay faiz yiyenlerin, sene de bir ay oruç yiyenlere hayret ettiği, açıktan faiz yiyenlerin açıktan oruç yiyenlere nasihat ettiği, kul hakkı yiyenlerin haktan hukuktan bahsettiği, bir namaz ve oruç ilmihalinden daha çok bir “kul hakkı ilmihaline” ihtiyaç duyduğumuz ahir bir zamanda imtihan oluyoruz…

Gece yarısına kadar dizi izlemekten şişmiş gözlerimizle, Efendimizin (s.a.s) ayaklarının gece ibadetiyle nasıl şiştiğini, en mükellef sofralarda dolan midelerimizle Efendimizin (s.a.s) açlıktan karnına nasıl taş bağladığını anlattığımız, büyük bir eylem ve söylem krizi yaşadığımız bir zamanda imtihan oluyoruz…
Randevusuna dikkat etmeyen, aldığı borcu ödemeyen, verdiği sözde durmayan, gıybet etmekten çekinmeyen, yüzüne güldüklerini arkadan çekiştiren, akrabalarıyla dargın, camiden, cemaatten, Kur’an’dan ve zikirden uzak, ihale kovalamakla meşhur, koca koca adamların dava edebiyatı yaptığı bir zamanda imtihan oluyoruz…

Uğruna bedeller ödediğimiz başörtümüzün bir makyaj malzemesine, sakalımızın bir aksesuara, İmam hatibimizin bürokratik bir referansa, geçmişte verdiğimiz mücadelemizin tatlı bir hatıraya dönüşerek “ruhumuzu” kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımız bir zamanda imtihan oluyoruz…

Yüzde doksan dokuzu Müslüman bir millet olmamıza rağmen, yaşadığımız tüm ekonomik, sosyal, siyasi ve ahlaki krizlere dair İslam’ın, Kur’an’ın, Sünnetin ne dediğini, çözüm olarak ne önerdiğini, neleri teklif ettiğini zerrece dikkate almadığımız bir zamanda imtihan oluyoruz…

Milletçe dün söylediğini bugün inkâr etmek zorunda kalan, bugün övdüğünü yarın yermek zorunda kalan, dengeleri gözetmek için çırpınıp duran, güç merkezi değişince de ortada kalan, önüne gelene iftira eden, ALLAH’tan korkmaz, kuldan utanmaz, yüzü kızarmaz, bir avuç sosyal medya trolünün elinde kaldığımız bir zamanda imtihan oluyoruz…

Birçoğumuzun hayatından, namazı, başörtüsünü ve sakalı çıkardığımızda geride İslam namına bir şeyin kalmayacağı bir Müslümanlıkla avunduğumuz bir zamanda imtihan oluyoruz…

Efendimiz SALLAHu Aleyhisellem bir hadisinde kıyametin kopacagını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz diyor dünyada hep bozguncular olacak bozguncular hep yakacak bizse onlar bir yakarsa bin fidan dikecegiz kıyamete kadar bu böyle olacak Ey ALLAHım Filistin halkına ve tüm mazlum Müsüman Kardeşlerimize yardım et onları koru Ey ALLAHım Onların acılarını ve dertlerini hafiflet Ey ALLAHım Merhamet edenlerin en merhametlisi onlara merhamet et Ey ALLAHım Bu zor zamanlarda insanların kalplerini yardıma duaya aç Ey ALLAHım Yardıma muhtaç olan herkese yardım et zalimlerin 2 cihanını ateş eyle aminnn ALLAHümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed ASR ile inşaALLAH

Hatice Annemiz

Yayınlandı: 17 Şubat 2024 / Genel
Hatice Annemizi Unutulmaz Kılan Hizmet …

Eline aldığı kuru bir hurma dalına dayanarak Resûlüllah’ın kapısına kadar gelmiş olan yaşlı bir kadın, içeri girmek arzusunu izhar etmesi üzerine;
– Yâ Resûlâllah, kim olduğunu bilmediğimiz bir ihtiyare kadın, zâtınızı görmek istiyor,” dediler.
Resûl-i Ekrem Hazretleri:
– Müsaade edin, gelsin,” buyurdular.
İhtiyarlıktan âdeta rükû eder halde duran kadın, hurma dalından edindiği asâsına dayana dayana Resûlüllah’ın kapısından içeri girdi, bir-iki adım ilerledikten sonra, kendisini tanıyan Resûlüllah hemen ayağa kalktılar; altlarındaki içi hurma lifi dolu minderlerini göstererek oturmasını istediler.
Resûlüllah’ın bu kadına gösterdiği hürmet ve alâka, orada hazır bulunan Hazret-i Ömer’in dikkatini çekti; hattâ kim olduğunu merak ettiği bu ihtiyareye gösterilen bu ikramı, biraz da fazla gibi bulduğu içindir ki, ihtiyare kalkıp gittikten sonra: – Yâ Resûlâllah, bu kadın kimdi ki, kendisine ayağa kalkacak kadar hürmet ettiniz, minderinizi verecek kadar alâka gösteriniz?” dedi.
Resûlüllah’ın cevabı tek cümleden ibaretti:
– Bu kadın, bizim Hatîce’nin dostlarındandı!”
Burada aklımıza şöyle bir sual geliyor:
– Resûlüllah Hazretleri, senelerce evvel vefat etmiş olan Hatice Validemize, neden bu kadar alâkâ duyuyordu ki, O’nun dostlarına bile ayağa kalkıyor, minderlerini vermek kadirşinâslığında bulunuyorlardı? Hatîce Validemizin kendisini bu derece sevdiren hususiyeti ne idi?
Bu sualin cevabını da, Hazret-i Âişe Validemizin hazır bulunduğu bir mecliste cereyan eden şu hatırada bulmak mümkündür. Fahr-i Kâinat Efendimiz, bir aile sohbetinde, Hazret-i Hatîce Validemizi uzun uzun yâdetmiş; bazı hatıraları yeniden anlatarak, geçmiş günlerini dile getirmişti.
Hazret-i Âişe Validemiz:
– Yâ Resûlâllah, senelerce evvel ölüp gitmiş olan bir yaşlı kadını, bu kadar hatırlayıp yâdetmekte ne fayda var? Allahü Zülcelâl, size, O’ndan daha genç ve güzelini ihsan etmiş; ağzında dişi bile kalmamış bir ihtiyare yerine daha gencini vermiştir,” dedi. Âişe Validemizin bu sözlerine karşı Resûlüllah Hazretleri’nin, Hz. Hatîce Validemizi niçin unutmadığını bildiren şu cevaplarını, dikkat ve ibretle okumaktayız:
– Yâ Âişe! Seneler geçtiği halde Hatîce’yi unutmayışım, O’nun dış güzelliğinden değildir.
Herkes beni red ve inkâr ettiği zaman, Hatîce bana inandı ve tasdik etti.
Etrafımdakiler bana, yalancısın, dediği zaman; Hatîce bana, doğru söylüyorsun, asla çekinme, dedi.
İnsanlar benden bir pulu esirgediği zaman, Hatîce, bütün servetini önüme sürerek bunların hepsi emrindedir, istediğin kadar harcayabilirsin, dedi.
Dünyada yalnız kaldığım günlerde, Hatîce, benden asla geri kalmadı; bunların hepsi geçicidir, üzülme, ileride bu güçlükleri kolaylıklar takip edecektir, dedi.
İşte ben, Hatîce’yi, bu fedakârlıkları için unutmuyorum!”
Hz. Hatîce’yi seneler geçtiği halde unutturmayan meziyetleri, Resûlüllah nezdinde, kadın arkadaşına oturduğu minderini verdirecek kadar kazanmış olduğu itibar ve kıymeti; hanımların dikkatlerini çekmelidir.
Mü’mine hanımlar, İslâm dâvası uğrunda fedakârca çalışan kocalarına engel olmamalı. Hatîce annemiz gibi, bütün kuvvet ve imkânlarıyla dâva uğrunda çalışan beylerini takviye ile yardımcı olmalıdırlar…

Müfredat davamız

Yayınlandı: 08 Ocak 2024 / Genel

Prof. Dr. Osman Çakmak / Maarif Platformu Başkanı

Bugünlerde müfredat değişikliği gündemde. Ne var ki tüm dünya Filistin için ayağa kalkmış, İsrail zulmünü lanetlerken bu zulme karşı sus pus olanlar konu müfredat değişikliğine gelince ülke çapında hareketlendiler. Bilinen ezberleri tekrar servis etmeye başladılar.

“K12 Türkiye Bütüncül Modeli” başlıklı bu değişim, tüm eğitim kademelerindeki müfredat, ders kitapları ve ders araçlarının değişimini kapsayan bir düzenleme. Bu düzenleme, Milli Eğitim Bakanlığımızın, çocuklarımızın 21. Yüzyıl becerilerini elde etmeleri için atmış olduğu iyi niyetli bir adımdır şüphesiz. Ancak bazı boyutları itibarıyla yine ithal bir görüntü sergiliyor. Oysa evrensel 21. Yüzyıl becerilerine, milli ve yerli dokunuşlarla (özellikle felsefi arka planı itibarıyla) bu düzenleme, gerçekten Türkiye Yüzyılı vizyonuna yakışır hale getirilebilirdi. Ancak yine de, inisiyatif alınarak atılmış bu olumlu adım, ülkemizi ileriye taşıyacak, hükümetimizin son yıllarda atmış olduğu milli zihniyeti sürdürecek yerli zihinler inşa edecek şekle evirilebilir. Nasıl mı? Evrensel ilmi gerçekler ile tarih, inanç ve sosyolojimizi barıştırıp, buluşturarak. Bu potansiyel bizde var, yeter ki bir araya gelebilelim.

YERLİ VE MİLLİ BİR SİSTEM İHDAS EDİLMELİ

İşte bu bir araya gelme noktasında, bünyesinde birçok öğretmen, akademisyen ve düşünür barındıran Maarif Platformu, üzerine düşeni yapmaya hazırdır. Zira biliyoruz ki, tam bağımsızlık, “mavi vatan”, “siber vatan” gibi pedagojik bağımsızlıktan da geçmektedir. Sayın Bakanımızın sıklıkla zikrettiği vizyon çerçevesinde yapılması gereken, maarifi, “fikir, felsefe, amaç, içerik ve usulleriyle” topyekûn ithal etmekten ziyade (ki bazı boyutlar ithal edilebilir), bizim insanımızın fıtratına uygun, medeniyetimizle barışık yerli ve milli bir maarif sistemi ihdas etmektir. Gönül ve inanç coğrafyamıza ilham kaynağı olacak bu maarif, Doğu ile Batı, dün ve bugün, din ile dünya, ilm-i Vehbi ile ilm-i kesbi, fert ile toplum, madde ile mana, ruh ile beden, akıl ile kalp ve nihayet devlet ile halk birlikteliğine dayanan bir denge üzerine inşa edilmelidir. Bu konuda bize düşen, zamanın çağrılarına kulak verip, politikanın açtığı alanı dolduracak malzeme üretmektir. Günümüze, bizim çocukların fıtratına ve bu coğrafyaya uygun olarak, tabii ki evrensel gelişmeleri de yadsımadan…

Bunun kestirme anlamı, 21. Yüzyıl gerçeği ve gerekçeleri olarak önümüze konulan ve ancak ithal olan “K12 Türkiye Bütüncül Modeli”ne yerli elbise ve milli pabuç giydirmek için Maarif Platformu hazırdır. Bu hazırlık, bugüne kadar maarifle ile ilgili yapılan çalışmalarla kazanılan tecrübeye dayalıdır. Bu tecrübe, sayın Bakanımızın son zamanlarda seslendirdiği felsefi vizyon, ortaya koyduğu düşünsel çizgi ve attığı müspet adımlarla taçlandırılabilir. İşe, Darwinizmi çağrıştıran, esaslı ve materyalist müfredatın dilini değiştirmekle başlanabilir. Bu dile uygun ders kitapları ve sanal-dijital öğretim materyalleri geliştirerek ve bunlarla birlikte ortaya yeni modeller konularak devam edilebilir. Aksi, büyük vebaldir, zira tarih bizi çağırıyor…

Müfredat olarak da anılan eğitim programlarını, derslerin anayasası ve iskeleti olarak tanımlayabiliriz. Eğitim programları; kişinin, toplumun, ülkenin geleceğini belirleyici niteliktedirler. Müfredatımızın vizyonu/amacı ve niteliği ülkemizin gelecekteki konumu ve niteliği hakkında ışık tutarlar.

Eğer taklitte kalıyorsanız, kopyalama ile meşgulseniz, ürettikleriniz araştırma-geliştirmeye (AR-GE) dayalı değilse, teknolojik ve zihinsel bağımlı ülkeler sınıfında kalmaya mahkumsunuz. Bir millet yalnızca kendi değerlerini kattığı modellerle zirveye ulaşabilir ve muvaffakiyet basamaklarında ilerleyebilir. İşte Savunma sanayii ve Selçuk Bayraktar örneği bize bunu yeniden göstermiş oldu.

Kendi tarih ve geçmişinden kopuk, ithal, kopya ve taklit üzerine kurulu okul ve eğitim sistemleri hiçbir zaman bünyeye uymadı. Ne öğretmen benimsedi ne de öğrenci… İnsanımızı da hiçbir zaman motive etmedi. Başka ülkelerin modelleri şimdiye kadar bizi aldatıp durdu. Halbuki yerli modellerle çözüme başlasaydık, hayırlı ve muvaffakiyetli eğitim modeline çoktan ulaşmış olacaktık.

EĞİTİM BİRLİK VE BERABERLİĞİ DİRİLTMELİDİR

Evet, İngiliz, Finlandiya İsveç, Alman eğitim modelleri verimli görünebilir. Onların eğitim sistemlerinin verimli görünmesinin sebebi kendi maksatlarına ve dünya tasavvurlarına uygun İngiliz vatandaşları, İsveç vatandaşları, Alman vatandaşları yetiştirmekte başarılı oldukları içindir. Bir milletin terbiye metodu diğerine uygun gelmiyor. İngiltere’den aldığınız terbiye metodu ile iyi bir İngiliz uşağı yetiştirmeniz mümkündür. Ama kendi insanınızı, ülkeye faydalı insan modelini yetiştiremezsiniz. İyi eğitim alanların birçoğu İngilizce konuşup yazmaya, İngiliz gibi düşünmeye, onların memleketlerini sevmeye, onlar gibi yiyip onlar gibi içmeye özenti duyuyorlarsa, kendi ülkesini ve değerlerini küçümsüyorsa, bu ülkede mutlu olmuyor, hatta bu ülkeden bir an evvel ayrılmak istiyorsa burada ciddi bir sorun var demektir.

Ruha vüsat veren, düşünce dünyasını kanatlandıran, bilimsel değeri haiz tarih, sosyoloji, felsefe, fen ve sanat derslerini hayata geçirebiliyor muyuz? Elbette hepsinden daha önemlisi eğitime ruh verecek, öğrenciye ideal ve şahsiyet kazandıracak öğretmenleri yetiştirebiliyor muyuz?

Din dersi müstakil bir ders olmaktan ziyade tüm derslerin içinde yer almalıdır. Müfredat ve eğitimin bütün bileşenleri İslam’la tanışmalı, İslam’dan doğmalıdır. Edepten neşet eden ve dil zevkini yaşatan bir edebiyat dersi inşa edilmelidir. Yabancı dil öğrenmenin erken yaşlarda başlaması gerektiği, sömürge politikasından başka bir şey olmadığı bilinmelidir. Yapılan araştırmalar bilinenin aksine geç yaşlarda dil öğrenmenin daha kalıcı olduğunu söylüyor. Yabancı dil öğretiminin lise düzeyinde başlaması daha uygundur. Öncelik Arapça, Farsça ve Rusça gibi komşu dillere verilmelidir. Kürtçe gerçeği eğitimde yerini almalıdır.

Mevcut müfredat uygulamalarına yerli ve milli değerler giydirilmesine acilen ihtiyaç olduğu şuradan belli kutsallarımızı dışlayan sadece mekanik kuru bilgiyi ve “başarıyı” öne çıkaran yapı ile çocuklarımız yaşıtlarını birer rakip gibi görmeye başlıyor, rakip gördüğü ile birlikte öğrenmenin coşkusundan öğrenciyi alıkoyuyor. Birlik olmak duygusunu diriltmek yerine öldürüyor. Halbuki her birimiz diğerine bağlı ve bağımlı bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyden önce eğitim insanların kardeşliğini ve dostluğunu pekiştirmelidir. Eğitim riya rekabet gibi kötü duyguları değil, paylaşmak ve diğerlerine yardım etmek, birlik ve beraberlik şuurunu diriltmelidir.

HER ÇOCUKTA BİR BAŞKA CEVHER SAKLIDIR

Sonra her öğrenci değişik biçimlerde kabiliyete sahiptir. Eğitim sistemi doğru ise sistem, insanın içindeki cevherleri keşfeder ve istidat çekirdeklerinin neşvü nemasına kapı aralar. Her ülke, okullarında önce çocuğa kişilik eğitimi, düzen, düstur, ahlak ve saygı öğretir. Bilgi ve sınav sonra gelir. Bunları kâğıt üzerinde öğretemezsiniz, yaşatmak gerekir. Bütün bu sebeplerden dolayı eğitim bilgi düzleminden kişilik, maneviyat ve hayat eğitimi seviyesine çıkarılmalıdır. Arayışlar bu noktaya odaklanmalıdır.

Öyle bir model ortaya koyulmalıdır ki insanımız sertifikaların, makbuzların, dekontların, kartların, kimliklerin tasallutundan kurtulsun, okullarımız bizi köleleştiren statükonun korunması maksadıyla kurulmuş yapılar olmaktan çıksın. Başı sonu belirlenmiş müfredatla insan zihni köreltilmesin. Okul diğer kapitalist kurumlar gibi pazarlama ve satış yapan ve ticaret metaı olmaktan da kurtarılsın.  

Okul sistemini kişisel özelliklere, özgür seçimlere ve kümeleşmelere dayalı, daha insani bir sisteme dönüştürmeliyiz. 4+4+4 gibi zorunluluklar mesleki eğitimi öldürüyor ve köylerin boşalmasına yol açıyor. Herkesi üniversite önüne yığıyor. Ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden birisi tek bir müfredatın merkezden dayatılmasıdır. Tek bir müfredata değil, çeşit çeşit müfredata ihtiyacımız bulunmaktadır. Tüm ülkenin gençlerinin ihtiyaç ve kapasiteleri aynı olmayıp farklılık arz etmektedir. Köydeki ile şehirdekini aynı müfredata tabi tutmak ne kadar doğru bir harekettir? Bu kadar geniş farklı sosyal, kültürel ve coğrafi katmanların olduğu bir ülkeye tek bir müfredatın dayatılmasının makul bir açıklaması olamaz.

MESLEKİ EĞİTİMİN KALİTESİ ARTIRILMALI

Dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi, diğer paydaşların da (sendikalar, aile dernekleri, bilim-sanat dernekleri, basın, iş meslek dünyasının temsilcileri vb. tüm STK’lar) müfredat çalışmalarında yer alması ve birlikte çözüm aranmasıdır.

Bakanlığın ilkokulda sınavları kaldırması önemli bir aşama oldu. Sınıf geçme yönetmelikleri, ilkokuldan başlayarak yeniden düzenlenirse her kademede sınıfta kalmanın getirilmesi ile her kademede diplomanın vasfı artırılmış olur. Böylece eğitimin üzerindeki merkezi sınavların ağırlığı büyük ölçüde hafifleyecektir.

Mesleki eğitimin kalitesinin artırılması için, mesleki ve eğitsel rehberlik anaokulu çağından itibaren aktif bir şekilde uygulanmalı ve bu sayede kişinin ilgi ve yetenekleri erken tespit edilerek uygun yönlendirmeler yapılmalıdır. Bazı meslek liselerine yazılım dili ve yabancı dili kapsayan bir hazırlık sınıfı eklenebilir. Böylece, meslek liselerinin eğitim kalitesi ve giriş puanları yükseltilerek vasıflı öğrencilerin mesleki ve teknik liselere gelmesinin önü açılacaktır

TARİH BİZİ BEKLİYOR

Gereği gibi kendi modelimize uygun bir müfredat hazırlanırsa; okullar birer ideoloji hapishanesi, öğretmenler batılı değerlerin gardiyanı, müfredat sekülerizmin kutsal kitapları olmaktan kurtulacaktır. Okullarda yetişenler kendinden, kültüründen, dininden utananlar değil bilakis değerleri ile iftihar eden şahsiyetli fertler haline gelecektir. Batı karşısında el pençe divan durma devri tamamen sona erecektir. Hulasa doğru bir müfredat değişimi ile eğitimin herkesi sömürge değirmeninde öğüten işlevi yok olacaktır.

Sözün özeti, bizim toparlanıp kendimize gelişimiz maarife bağlı. Bunun ilk adımı ve başlangıcı ise müfredatın yenilenerek yerlileşmesinden geçmektedir. Bugün millet olarak dünyanın denge unsuru olmaya başlamamız, yarın dengeleri bizim kurabileceğimizin bir göstergesidir. Ancak “maarifsiz” kalacak bir Türkiye Yüzyılı vizyonu ile bu düşün gerçekleşmesi mümkün değildir. O yüzden sayın Bakanın da dediği gibi; “Kendi sistemimizi inşa etmenin kolektif ve milli bir maarif bilinciyle kendi modelimizi üretmenin vakti” geldi geçiyor. Evet, “bizim kendimize has özgün ve özgür bir bakış açısını esas alan yeni bir dil ve perspektif inşa etme zorunluluğumuza” her zamankinden daha fazla ihtiyaç bulunuyor.

Teşekkür: Yazının gözden geçirilmesi zahmetinde bulunan ve çeşitli katkılar sunan eğitim bilimci dostlarımız Prof. Dr. Burhan Akpınar, Doç. Dr. Gürkan Ergen hocalarımıza teşekkür ederiz.

Beyaz Lucifer’lerin hilesi

“Bir sihirbaz, yanına birkaç kilo süt tozu alıp Afrika’ya gitti ve halka şöyle seslendi: ‘Ey ahali! Tanrı sizin açlığınızı görüp yoksulluğunuza acıdı ve beni kurtarıcı olarak size gönderdi. Benim başka peygamberlerinkine benzemeyen mucizelerim vardır. Benim mucizelerim karın doyurur, onlarınki gibi metafizik değildir. Suyunuz var, Tanrı bana öyle bir güç vermiştir ki Afrika’nın şu aç insanları için suyu süt yaparım, hem de şu bildiğiniz sütten. İnanmayan varsa, gitsin su getirsin.’

Sihirbaz tavırlı papaz, gelen sulara okuyup üfledikten sonra, gizlice süt tozuyla karıştırıyordu. Bu sütten içenler, bu azize tereddütsüz iman ediyorlardı. “Ben mehdiyim!” diyordu, “peygamberim.” Ardından ekliyordu: “Tanrı, benden sonra insan kılığında gelecektir; ben onun müjdecisiyim.”

Papazın dini kısa zamanda yayılır. Ve sonra bir general gelir Afrika’ya. Bu generali, sihirbazın müjdelediği Tanrı yerine koyar Afrikalı ve itaat eder ona.

Garaudy’nin teşhisiyle;

“Filipinler’den Latin Amerika’ya kadar işkenceci diktatörler, (Papa) tarafından ziyaret edilerek cellâtlara adeta kefil olunur.”

Afrika’nın bazı düşünür ve önderleri Beyaz Lucifer’lerin hilesinin farkına vardığı zaman emperyalizm, sömürgeler imparatorluğuna hükmediyordu.

Bir uykuya yaslanmıştır toplumlar

Yüzünde sevimlilik maskesi, elinde İncil, dilinde “medeniyet, çağdaşlık”; arkasında saklı kana bilenmiş eğri hançer… Beyaz Lucifer’ler, kara ülkelerin göbeğine “Sabah Yıldızı” gibi doğuyordu.

Latince’de “ışık getiren”dir Lucifer, Eski Ahit’te Şeytan. Yani kötülüğün timsali, ifrit! Beyaz Lucifer’ler, Kara Kıtanın kararmış gönüllerine aydınlık getirecektir, ağzında durmaksızın çiğnediği “medeniyet” sloganı. “Ah, bu çılgın yağma”nın allı pullu güzergâhı kelimeler…

Kuvvet ihtirasından doğar emperyalizm. “Mecbur kalınca kuvvet haktır.” diyor Machiavelli. Tamahkârlık ise bir mecburiyet… Geniş sahada maskeli baloya çıkar; gasp etme histerisine tutulmuş Lucifer’ler… Değerli madenlerini bağrından söküp almak için Kara kıtaya, en masum maskesiyle gider. Misyonerlik ve uygarlık, sığındığı iki safsata. Bir taraftan sömürür yerel halkı, bir taraftan asimile edip öz benliğinden uzaklaştırır. Ve yağmalar topraklarını!

“Bir uykuya yaslanmış”tır toplumlar… Kenyalı önder Jomo Kenyatta diyor ki:

“Avrupalılar geldiği zaman onların İncil’i vardı bizim toprağımız; şimdi ise onların toprağı var, bizim ise İncilimiz.”

Dillerinde yakarış mezmurları, başlarında fötr şapka, boyunlarında çıplak bedene takılan kölelik yuları: Kravat! İşte çağdaş Afrikalı. Tam bir Avrupaî.

Emperyalizmin küresel Luciferler’e iki emri: Yayılacaksın ve sömüreceksin! Bu yüzden salt yayılmacılık değildir emperyalizm, zehirli bir zakkum gibi içinde saklar sömürüyü! Hiçbir ilkeye ve vicdana dayanmaz. “Çökeceksin gırtlağına, zorla da olsa alacaksın istediğini.” felsefesiyle hareket eder. Her türlü vahşeti, cebri, şiddeti, saldırganlığı, katli vacip görür yayılırken. 

“Emperyalizm, beynelmilelcilik, kuvvet ihtirası, sınıf kavgası, işte medeniyetin meyveleri.”

Galipler ve mağluplar!

16. yüzyıl… Muhteris İngiliz Lucifer’ler, hükmetme arzusuyla denizaşırı sömürgeciliğe ve köle ticaretine başlar. “Çanlar kimin için çalıyor?” Afrika için! On üç milyon Afrikalı, esir olarak taşınır Amerika ve Karayipler’e. “Gözlerinde yaşamak korkusu”… Yaşamak korkusu, otuz beş milyon Afrikalı’nın göz bebeklerinde. İşkence ve eziyetler… Nihai varış; ölüm. Çünkü o bir siyah derili. Beyaz efendilerine hizmet için yaratılmıştır. Önce Afrikalı inandırılır; insan olmadığına, alınıp satılan bir “mal” olduğuna, önce kendisi inanır Afrikalının.

17. ve 18. yüzyıllar… İngiltere Krallığı, süper güç olma yoluna girer.  Kırbaç cezası korkusuyla dur durak bilmeden çalışıp yetiştirilen ürünlerin satışı, İngiliz burjuvazisini doğurur. Burjuvazi; Alman ahlâk sosyalistlerinin deyimiyle; “para sınıfı”…  Ya da “para vesilesiyle yabancılaşmış” tabaka.

Denizaşırı koloni ve ticaret karakollarıyla yetinmez İngiltere, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek için yeni hammadde ve pazar arayışlarına yönelir. Hem Kuzey Amerika’yı hem de “Kraliyet Mücevheri” adını verdiği, baharatından tüm yeraltı ve yerüstü varlıklarına göz diktiği Hindistan yarımadasını da topraklarına ekleyince muazzam bir imparatorluğa dönüşür. 

 I. Victoria dönemi… “Üzerinde Güneş Batmayan” doğar! Büyük Britanya İmparatorluğu, dünyanın dört bir yanını kana boyayarak gözyaşıyla bezeli tahtını kurar yeryüzüne. Galipler ve mağluplar! 1922 yılında ihtişamının zirve noktasına ulaştığında; Afrika’yı, Hindistan yarımadasını, Kuzey Amerika’yı, Orta Doğu ve Avustralya’yı kapsayan, yaklaşık otuz yedi milyon kilometre karelik topraklarına hükmediyordu; dünya nüfusunun ise dörtte birine.

“Bunu hiç unutma evlat!” diyor Aliyâ:

“Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!” 

Hindistan’da üretilen milyonlarca ton buğday, İngiltere’ye ihraç edildiği için sayısı yirmi dokuz milyonu bulan Hindistanlı, açlıktan kırılır. Bağımsızlık mücadelesinde ise on milyon Hintli kıyıma uğrar. Şiddet içermeyen pasif direnişin sembolü Gandhi’nin sesi ünleniyordu:

“Yemin ederim ki dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez.”

Bulutlar kanlı bir hiddetle yüklü!

17. yüzyıl…  Hollandalı Lucifer’ler, binlerce Afrikalıyı ya katleder ya da köle olarak kaçırır; evlerine, arazilerine el koyar.

Bu yüzyıldan itibaren Hollanda; Asya’dan Afrika’ya, Güney Amerika’ya sömürge turuna çıkar. Fildişi Sahili’nde, Senegal’de, Gana’da kurar kolonilerini; Güney Afrika’da, Namibya ve Angola’da kurar. Ve tepe tepe kullanır buraların tabiî ve insanî kaynaklarını. Asya’nın da köle ticaretini elinde bulundurur Hollanda; çalıştırır Madagaskarlı, Endonezyalı, Hindistan ve Sri Lankalı köleleri. Ezenler ve ezilenler! Bir Hollandalıya yaklaşık iki yüz köle düşüyordu.

Emperyalizm, sürekli ilerlemek ve ilerlerken büyük balığın küçük balığı yutması… Aç gözlü, doyumsuz Batı’nın başarı iştihası… Emperyalizm, kapitalizmin ulaştığı doruk noktadır. Kapitalizmin gelişim sürecini Lenin şöyle izah eder:

Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği de kendini o denli duyurmaktadır; rekabetin koşulları o denli sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.”

Bu insafsız kapışmada, tam üç yüz elli yıl Endonezya’yı tüm zenginlikleriyle istismar eder Hollanda. Bağımsızlık mücadelesi vermeye yeltenince, binlerce Endonezyalı asker öldürülür. Ah! “Bulutlar kanlı bir hiddetle yüklü” Ve nice nice kıyımlara sahne olur; Cava, Sumatra adaları. 

Paranın bütün hazlara ve iktidarlara ulaşma imkânı sağladığı toplumlarda, kapitalizmin vahşi iştahı, hiçbir ahlâk tanımayan rekabet ilkesi, Hobbes’un da tehlikeye işaret ettiği gibi “herkesin herkese açtığı savaş”a götüren felaketin tâ kendisidir.

Evet, Kapitalin mütecaviz Lucifer’leri, âli menfaatleri uğruna her türlü tahakkümü, katliâmı, caniliği, istilâyı hak gibi görür. Egoisttir! Sadece kendi varlığını kabul eder. Garaudy’nin ifadesiyle;

“Batılılar yüz milyonu aşkın Amerika Yerlisini öldürerek dünyada daha önce benzeri görülmemiş bir soykırım yaptı. Bunun ardından üç yüz yıl süren köle ticareti sırasında en az yüz milyon Afrikalıyı da öldürerek bir başka akıl almaz soykırımı gerçekleştirmiştir.

Altın sarısı düş peşinde!

Kapitalizm… Para kazanma hırsı! Piyasaya sarhoşluğu! Tekelleşme! Savaşçı rekabet! Çıkar çatışmaları! Yoksul toplumların kanını emme! En büyük ve süper güç olma hırsının emperyalizmin tahrip gücüyle, şiddet iştiyakı ve yutma iştihasıyla birleşmesi… 

Altın, gümüş, elmas rezervi olan, toprağından petrol fışkıran ülkeler kapitalizmin ve emperyalizmin cazibe odağıdır.

15. yüzyılın sonu… Altın sarısı bir düş görüyordu yağmacılar. Orta ve Güney Amerika’daki altın madenlerinin ve diğer zenginliklerin izini süren İspanyol Lucifer’ler, bu bölgede kök salmış kadim medeniyetlerden Aztek, Maya, İnka uygarlıklarını acılı ve vahşi yöntemlerle yok eder.Peru’yu işgal eden İspanyol Francisco Pizarro, belge niteliği taşıyan günlüklerinde, İnka halkına soykırım yapıldığını gururla itiraf ediyordu. Şu kıyım bahşeden madenler… Neden kanlıdır elmas? Neden altın kor ateşten?

Bir mezar hüznüne akan zaman!

16. yüzyıl… Fransız Lucifer’ler çıkar sahneye; hem Afrika’nın batısında hem de kuzeyinde yirmiden fazla ülkede kurar hâkimiyetini. Senegal, Benin ve Fildişi Sahili Fransa’nın köle ticaret merkezlerine dönüşür. “Bir mezar hüznüne akan zaman/Baharı olmayan kışlardan…” Üç yüz yıl boyunca Afrika’nın yüzde otuz beşini, kontrolünde tutar Fransa. Hürriyet mücadelesinde iki milyon Afrikalı yitirir hayatını. “Her çığlık yanıp tutuştu her şafakta.”

Çılgın Fransız Lucifer’lerin tahakküm politikalarının başköşesinde kültür vardır. Cezayir toplumuna, 1830 senesinden itibaren kültürel sahada soykırımı uygulanır. Dinlerine, dillerine uzanır, zengin kültürel mirasına uzanır ecnebi eller, Fransız askerinin eli. Dinî ve ilmî eserleri, alabildiğince değiştirilip dönüştürülür. İrfanı sökülüp alınır elinden Cezayir’in. Yüzlerce yazma eser, kitap ve belge içeren arşivi, ülkeden kaçırılır. Fransız kültür ve uygarlığına karşı direniş gösteren yaklaşık bir buçuk milyon Cezayirli “Setif ve Guelma Katliamı”nda imha edilir.

Kaynak bakımından zengin, suyu bol, nüfusu kalabalık, insan gücü bedava, ekonomisi zayıf, sanayi bakımından az gelişmiş ya da hiç gelişmemiş memleketler, Lucifer’lerin iştihanı kabartıyor.

İspanya 19. yüzyıla kadar kanlı yayılmacılığını sürdürür. Karayip Denizi’ndeki Küba ve Porto Riko’yu; Afrika kıyı şeridinde uzanan Batı Sahara’yı ve katliamlara mezar olan Ekvator Ginesi’ni işgal eder. Pasifik’teki Filipinler ise tam üç yüz yıl İspanya İmparatorluğuna itaat eder; her şeyiyle.

Kader cellâdına sessizce uzat boynunu!

19. ve 20. yüzyıl arası… Alman Lucifer’ler Namibya, Ruanda, Burundi, Tanzanya, Togo ve Kamerun’a sömürü sistemini götürür. 20. yüzyılın başlarında her akşam bir çarmıh kurulur. “Kader cellâdına sessizce uzatır boynunu” Namibya! Sürgünde yahut toplama kamplarında beyaz gölgeler; cellâtlar… Ve katl! Çığlık tutuşur! Heroro nüfusunun yüzde sekseni katledilir ve Nama nüfusunun da yüzde ellisi. Azami fayda sağlamak için kafatasları, bilimsel deneyler için Almanya’ya götürülür. Alman Doğu Afrikası’nda ise istilacı Lucifer’ler, çıkan ayaklanmaları sebep gösterip talan eder bölgeyi, halkı öldürür, tarlaları verir ateşe. Bu ateş tufanı, savrulan kemiklere mezar olur.

“Bir azabın çarkında gerilmiş ağaran gün.”

19. yüzyıl… Berlin Konferansı sonrasında Belçikalı Lucifer’ler, “Kongo’ya medeniyet götüreceğini” iddia eder. “Çılgın bir kahkahanın haşyetiyle” ürperir kara benizler! Kauçuk ve fildişi bakımından hayli zengin olan ülkeyi kendi mülkü ilan eder Belçika.   

Kauçuğa olan talep dünya çapında artıyordu. Belçika Kralı II. Leopold ise piyasayı elinde tutmak istiyordu. Kauçuk tarlarında çalıştırmak için yerli halka boyun eğdirir. “Karanlık sularında çırpınan her gölge”, delicesine çalışmalı ve günlük kauçuk kotasını doldurmalıydı. Kotalarını dolduramayanları bekleyen akıbet: Hem kendilerinin hem de çocuklarının el ve ayaklarının kesilmesi… Ay ufukta harelenirken bir kızıl matem düşüyordu geceye.

“Kongo Kasabı” diye nam salar Kral Leopold. Fena muamele, cebir, açlık ve hastalık nedeniyle yerli halkın yarısı kırılmıştır.  Brüksel’deki sarayına “Afrika Müzesi” açar Leopold. Kongo’dan getirdiği yerlileri -böcek seslerinden, yıldız ışığından ürperen canları- birer birer sergiler hayvan gibi, bu müzede. 

1904 senesinde Kongo’dan kaçırılıp Amerika’ya götürülen ve hayvanat bahçesinde maymunlarla birlikte sergilenen Afrikalı Ota Benga, sonrasında intihar eder.

Bağrında bıçak yarası, gözünde korku ve ıstırap!

Ekonomik dalgalanmalar, iç karışıklık, halkı kutuplaşmaya müsait ülkeler, Küresel Lucifer’lerin göz bebeğidir.

Ruanda yakın bir zamanda, 1994 yılında, dünyanın gözü önünde ölümlerden ölüm beğenir. Belçika, kahve bakımından mümbit sömürgesi Ruanda’da ırk ve etnik ayrıma dayanan politikalar izliyordu. Ülkenin çoğunluğu Hutu, azınlığı Tutsi idi. Belçikalı Lucifer’ler,Avrupai görünümlüTutsilerin, Hutulardan daha üstün olduğunu ileri sürüyor, aralarına nifak tohumu serpiyordu. Hutular’la Tutsiler arasında amansız bir çatışma başlar.

“Gece esrarlıydı; gölgelerse siyah, donuk…” Gözü dönmüş Hutu cellâtları, gece yarısı gelip çatınca; gizli eller tarafından kamyon kamyon dağıtılan testerelerle yahut bıçakla ya da satırla, baltayla komşusu ya da akrabası olan Tutsileri doğruyordu. “Bağrında bıçak yarası” gözünde korku ve ıstırabın son kırıntısı…

Bilmezler, nasıl atılır insan ölüme; donuk, renksiz, tesellisiz. Parası olan Tutsiler, ücretini ödeyerek tek kurşunluk acısız bir ölüm satın alıyordu. Adam parçalamaktan yorulan Hutu milisleri, kaçmasını önlemek için Tutsilerin aşil tendonlarını kesiyordu.

Birleşmiş Milletler, sekiz yüz elli bin kişinin canına mal olan Ruanda Soykırımını basından, televizyonlardan izliyor, kılını dahi kıpırdatmıyordu. Amerika ve Fransa, soykırım sözcüğünün tüm belgelerden çıkarılmasını istiyordu.

Kızıl kavsi ateşten izlerle çizildikçe!

19. yüzyıl… İtalyan Lucifer’ler, önce Doğu Afrika’daki Eritre’yi işgal eder ve müstemlekesi yapar. Sonra Afrika kıtasında kalan son Osmanlı toprağını, Trablusgarp’ı kestirir gözüne. Yıl 1911. Bir eylül günü harp ilan eder; Osmanlı’ya. Çöl Aslanı Ömer Muhtar’ın önderliğinde soylu bir direnişe geçer Libya. Çatışmalarda yüz binlerce Libyalı ölür ve on binlercesi de evinden barkından olur.

20. yüzyıl… İtalyan Lucifer’ler; Etiyopya, Somali, Eritre ve Kenya’yı kapsayan bölgede kurar kolonilerini. “Kızıl kavsi ateşten izlerle çizildikçe” sürdürür cinayetlerini İtalya. Eritre’de sürdürür, Libya’da sürdürür ve kimyasal silah kullandığı Etiyopya’da… Otuz bini aşkın Etiyopyalı’nın öldürülmesi emrini veren Mareşal Rodolfo Graziani, “Fizan Kasabı” diye geçer tarihe.

Kapitalizm herkesi herkesin cellâdı haline dönüştürdü. Sabahsa akşama varmak için, geceyse sabahı görmek için cellâdına gülümsemek zorundasın.”

Özgürlük Heykeline kan sıçrıyor!

18. yüzyılda, Britanya İmparatorluğuna ait on üç koloninin bağımsızlığını kazanmasıyla Yerlilerden gasp edilen Kuzey Amerika’da kurulmuştur Amerika Birleşik Devletleri. Tüm dünyaya demokrasi, özgürlük, insan hakları, adalet, serbest pazar ve hukukun üstünlüğünü getirme emeli vardır. “Öncülük Tezi”nde Turner, medeniyet için gereken yaratıcılık ve gücü, Amerika’nın taşıdığını ileri sürüyordu.

Amerikalı Lucifer’lerin, “hukuk”, “özgürlük”, “demokrasi” maskesiyle ayak bastığı her coğrafyada, büyük trajediler yaşanıyor. Kan sıçrıyor Özgürlük Heykeline, her cinayette kan sıçrıyor!

10 Mart 1945… Tokyo’ya iki yüz yetmiş beş uçak dolusu bombayla ayak basar Amerikalı Lucifer’ler! Tarihte en fazla insanın öldüğü, Tokyo’nun yüzde yedisinin yok olduğu hava taarruzudur bu. Halkı kıstırmak için şehrin çevresi, yangın bombalarıyla ateş çemberine alınır öncesinde. Tam yüz altı kez bombalanır Tokyo; “Yıldızları söndürülmüş geceler”de!

Emperyalizmin felsefesidir pragmatizm. Pragmatik düşünme biçiminde, başarı, her türlü eylemin biricik ölçüsüdür. “Başarı kadar hiçbir şey yararlı değildir.” Pragmatizmde temel sorun, yöntem değil sonuçtur. Hangi araçlarla olursa olsun mühim olan amaçtır. Başarıya götürdüğü sürece istenilen her şeyi kullanmak suç sayılamaz.

6 Ağustos 1945… Amerikalı Lucifer’ler, doğal radyasyon tarzı kimyasallarla üretilen, insanlığı gayya kuyularına iten Uranyum-235 ve Plütonyum-239 tipi atom bombalarıyla nükleer saldırı düzenler; önce Hiroşima’ya, üç gün sonra da Nagasaki’ye. Japonların en fazla dışarıda oldukları saati gözettiklerinden, binlerce insan taş ve toprağa karışır, binlercesi de sakat kalır.

William James’a göre pragmatizm, köken itibarıyla Avrupalı, ancak taşıdığı nitelikler bakımından Amerikalı’dır. Bünyesinde hiçbir değer ölçüsü barındırmayan, problemin sadece fiili faydasını dikkate alan pragmatizmde biricik soru şudur: Bu, benim işime yarıyor mu?          

1963-1973 yılları arası…Vietnam Savaşı! Sonuca ulaşmak için işkence, taciz, kimyasal silah, sivillerin itlafı, toplu infaz gibi her türlü yöntemi meşru sayar Amerikalı Lucifer’ler. Portakal gazıyla sivil halk, imha edilir. Canlılar üzerinde silinemez izler bırakan “Napalm” adlı korkunç bomba, Vietnam halkı üzerinde denenir. 

“Süper Güç” olmak için süper taarruzların elzem olduğunu düşünüyordu. Endüstrisi ve ziraatı hayli gelişmişti. Daha fazla büyüme için saldırmalıydı! Yabancı pazarlar için, petrol için, yokluğunu hissettiği tüm hammaddeler için dış siyasette saldırgan bir politika izlemeliydi.

Yıl 1990… Amerikalı Lucifer’ler, altı haftada seksen beş bin ton bomba yağdırır Irak’a. Yüz on üç bin kişi telef olur.

1991 yılı… Birinci Körfez Savaşı! Irak’a demokrasi götürmek için kolları sıvar Lucifer’ler! Ve dünya, eşsiz bir katliamı seyreder. Aynı yıl… Amerika, Sudan’da bir silah fabrikasına füze saldırısı gerçekleştirdiğini ilan eder. Bombalanan fabrika, Afrika’nın en büyük ilaç fabrikası El-Şifa’dır.  

2001 yılı… 11 Eylül saldırısını bahane ederek Afganistan’ı işgal eder. Yüz elli bin sivil yitirir yaşamını.

“Ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız!” gözdağı mesajını verir muhataplarına. Afganistan harekâtından önce Pakistan’a, kendileri ile birlikte olmazlarsa ülkeyi “Taş Devrine” dönüştüreceği tehdidini savurur.

2003 yılı… “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı altında Irak’ı yeniden istila eder.  Bir milyondan fazla halkı katleder, yaklaşık beş milyon Iraklı vatanını, yuvasını terk etmek mecburiyetinde kalır.

Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, televizyonlarda Irak istilasında beş yüz bin çocuğu katlettiklerini, kazanımlarının buna değdiğini söyler gururla.

Çatışmalardan, karışıklıklardan, kıtlıktan, iflastan beslenir Amerika. Zayıflarla ilgilenir. Gelişmemiş, sanayileşmemiş ülkeleri yem olarak görür. Ortam uygun olunca doludizgin ilerler. Şartlar müsaitse sömürü kaçınılmazdır. Bertolt Brecht’in mısralarıyla;

“Vatan millet hep palavra / Savaşlar da bahane                                                           

Bu düzende tek kural var /Artmalı hep sermaye.                                                             

Kapıların arkasında /Bölüşürler pazarı                                                                               

Çıkarları çatışınca /Başlatırlar savaşı…”       

“Güçlüyüm istediğimi yaparım” ilkesiyle hareket eder Amerika. İç karışıklık için nifak tohumları serper, anlaşmaya giden her yolu tıkar. Çıkan iç savaşlarda ayırımcılık, kışkırtma, böl-parçala-yönet yöntemini uygular.

Bulutlar geçer karadan karaya, bulutlar gezer ülkeden ülkeye… 

          1950-59 yılları… Küba! Rejim değişikliğine müdahale eder, devrim esnasında desteklediği yönetim birliklerince altmış bin Kübalı katledilir.

          1953 yılı… İran! Ekonomik, siyasi ve askeri destek verdiği darbeyle başbakanı devirir; on binlerce İranlı infaz edilir.

          1965 ve 1966 yılları… Endonezya! Askerî ve ekonomik yardımlarla solcu hükümetin devrilmesini tertip eder; beş yüz bin ila bir milyon arası Endonezyalı köylü, işçi ve aydının ölümüne yol açar.

          1974-1983 yılları… Arjantin! Silahlandırdıkları rejim ve onun müttefiki ölüm mangaları, otuz bin insanı öldürür.

          1977 yılı… El Salvador! Askerî yönetime destek verir, yetmiş bin Salvadorlu öldürülür.

          1909 yılı… Nikaragu! Önce ülkeyi işgal eder sonra finanse ettikleri devrim karşıtı Kontralar burada iç savaş çıkarır; elli bin sivil hayatını kaybeder.

          1980-1988 yılları… Irak! Saddam Hüseyin’e destek verir; Irak’a, milyarlarca dolarlık silah gönderir. Bu silahlar Saddam tarafından İran’a ve Kürt kimliğine karşı kullanılır.

          1983 yılı… Grenada! “Özgürlüğü koruma ve barışı sağlama” sloganıyla buraya askerî müdahale yapar, yüzlerce kişi katledilir.

          1983 yılı… Lübnan! Barışı sağlamak için giriştiği iki büyük harekâtla ülkenin üzerine çöker; on dört bin deniz piyadesi, binlerce kişiyi katleder.

          1989 yılı… Panama! Başkan, emirlerine itaat etmeyince ülke işgal edilir üç bin Panamalı sivil öldürülür.

        1992 yılı… Bosna-Hersek! Balkanlara müdahale edince burada etnik çatışmaları tetikler; iki yüz elli binin üzerinde Müslüman Boşnak, Sırplar tarafından tüm dünyanın gözü önünde eşine ender rastlanan katliamla soykırıma uğrar.

          2003 yılı… Sudan! Darfur bölgesindeki serveti yağmalamak üzere buraya el atar, müttefikleri ile katliamlar başlatılır; iki yüz ila üç yüz bin Sudanlı telef olur.

          2011-2018 yılları… Suriye! Bu coğrafyada öyle bir iç savaş başlar ki yüz binlerce insan hayatını kaybeder. Kendi güdümünde bir devlet kurma hevesiyle PKK-PYD’yi silahlandırınca ülke yaşanılmaz hale gelir. Halk kendi ülkesinden kaçar ve başka ülkelere sığınır.

          2012 yılı… Mali! Eğitim verdiği ordu kaptanı tarafından bir darbe gerçekleştirilir.

          2013 yılı… Mısır! Arap Baharından sonra, İsrail ve Arap müttefikleriyle desteklediği askeri darbe yapılır, karışıklık sırasında binlerce Mısırlı ölür.  

           Ve Filistin!  “Uykusuz geceleri içten kemiren bir hüzün”dür. Yüz binlerce Filistinli katledilir. Amerikalı Lucifer’lerin yardım sağladığı ve silahlandırdığı İsrail’in zulmü altında eziliyor yıllardır.

          “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” diyor Rachel Corrie. Evet, zulüm sizden ama sen sizden değilsin.

Kötülük sembolü CIA!

Amerikalı Lucifer’ler, ya doğrudan ya da dolaylı yoldan yaptığı müdahaleler, yönettiği darbeler ve CIA operasyonlarıyla dünyanın dört bir yanında hengâme çıkarır. Durmadan körükler ateşi. Amerikalı, kılık değiştirmiş İngiliz’dir. Kızılderili bilgenin tecrübesiyle;

          “Bir yerde kargaşa varsa oradan biraz önce uzun bacaklı İngiliz geçmiştir.”

Bir ihtirasla, kinle ilerler; bir hışımla gelip geçer CIA, ülkelerin göbeğinden: 1950’de Guatemala darbesini yönetir, darbe sırasında iki yüz bin sivil öldürülür; 1955’te Endonezya, Laos, Kamboçya’da çok sayıda operasyon düzenler; 1960’da, Kongo’da sömürge karşıtı lideri öldürüp yüz binlerce kişiyi öldüren gaddar diktatörü destekler.      

          “Kaç güneş çırpındı kanlar içinde”

1961-1962 yıllarında Küba’da Fidel Castro’yu devirmek için planladığı harekâtta iki yüz doksan dört kişi ölür. 1973’te Şili’de planladığı ihtilâl sonrasında beş bin sivil hayatını kaybeder. 1970-75 yılları arasında Kamboçya ve Laos’ta bir milyon kişiyi katleder. 1974-1983 yıllarında Arjantin’e saldığı ölüm mangaları otuz bin insanı öldürür.

1980’de Afganistan’ı işgal eden Sovyet güçlerine karşı savaşmaları için Usame bin Ladin ve birliklerini hem eğitir hem de örgüte üç milyar dolar yardım sağlar.

 “Savaşın sonunu sadece ölüler görür.” diyor Platon. 

 “Bir ses yükseliyor başlayan günde”. Irak’ın sesi, Sudan’ın, Suriye’nin sesi… Sanki ağlayan binler yürek var derinlerde. Filistin’de, Ukrayna’da…

Zihinler işgal altında!

Batılı Lucifer’ler, sadece bizim yer altı-yerüstü zenginliklerimizi yağmalamak için gelmez; tüm kültürel sermayemizi, ahlâkî değerlerimizi, lisanımızı, inancımızı, kimliğimizi, tarihimizi ve milli varlığımızı, gençliğimizi de yağmalamak için de gelir.

Ordusuyla yahut CIA ile giremediği yerlere Hollywood’la girer Amerika. Oktay Sinanoğlu’nun ifadesiyle;

“Bir milleti yaşatan kendi gelenekleri, binlerce yıllık süzme süzme gelmiş kültürüdür.”

Kültürün kendisi bir endüstriye dönüşmüş durumda. Adorno ve Horkheimer’a göre kültür endüstrisi, modern sistemin -günümüzde kapitalizm- ve endüstri toplumunun kendini her düzeyde, altyapıda ya da üstyapıda yeniden üretmekte ve meşrulaştırma yöntemini izlemektedir.

20. yüzyıldan itibaren tüm dünyada Anglo-Amerikan kültürü hâkimdir. Sinema filmleri, çizgi yapımları, televizyon programları, basınıyla kendi inancını, giyim tarzını, eğlence kültürünü, tüketim alışkanlıklarını dayatır bize.

          “fly Pan-Am
          drink Coca-Cola”

McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Coca-Cola Amerikan kültürünün ve kapitalizmin simgeleridir. Sömürgeciliğin kansız yöntemi…

Cellâdımıza şen kahkahalarla gülümserken atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Onlar nasıl istiyorsa öyle düşünüyoruz. Onlar neyi istiyorsa onu yiyoruz, onlar neyi diliyorsa onu giyiniyoruz. Afrikalı artık smokinli.

“Emperyalizmler tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder.”

Beyinler işgal altında! Genç zihinler mefluç! Cellâdımıza âşık bir gençlik yetiştiriyoruz. Stockholm Sendromuyla diz çöken izzetinefi

Parayı, tüketimi, güzelliği, cinselliği, hiçliği, konforu, hazzı kendi arzusuyla ilah edinen, dijital dünyanın eğittiği bir gençlik…

Eğitim sistemimiz milli değil, yabancı dil eğitimi ana sınıfında! Dünya tek bir dile doğru, tek bir değere doğru gidiyor. Boynumuza urganı geçirenlerin kanunlarıyla yönetiliyoruz. Medeni kanun İsviçre’den, ceza kanunu İtalya’dan… Türk idare hukuku, Fransız!

          “Daldım gözünde vehm uyuyan susmuş ufkuna;                      

          Ey şark, kanmadın mı asırlarca uykuna?”

D Ü N Y A B İ Z İ M

.

.

.

.

EĞİTİM PROGRAMI

Yayınlandı: 26 Aralık 2023 / Genel


Bir gün ormandaki hayvanlar bir araya gelerek okul açmaya karar verirler. Bir tavşan, bir kuş, bir sincap, bir balık ve yılanbalığı yönetim kurulunu oluşturdu. Tavşan, müfredatta koşmanın bulunmasını istemektedir. Kuş, uçmanın dahil olmasını, balık, yüzmenin dahil olmasını ve sincap, ağaca tırmanmanın mutlaka zorunlu dersler arasında olması gerektiğini söylemektedir. Bütün bunları bir araya getirip, bir müfredat programı yaptılar. Ve bütün hayvanların bu dersleri görmesini istediler.

Tavşan, koşu dersinde A alıyor olmasına rağmen, ağaç tırmanmak onun için çok ciddi bir sorundu. Sürekli kafa üstü düşüyordu. Bir süre sonra beyni hasar gördü ve artık eskisi gibi koşamadı. Artık koşuda A almak yerine, C alıyordu. Ve tabii, ağaç tırmanmada ise her zaman zayıf alıyordu. Kuş, uçmada çok başarılıydı, ama sıra toprak kazmaya geldiği zaman, o kadar başarılı değildi. Sürekli gagasını ve kanatlarını kırıyordu. Bir süre sonra, toprak kazma notu hâlâ F olmasına rağmen, uçma notu C’ye düşmüştü. O da ağaca tırmanmakta çok zorlanıyordu.

Sonuçta, sınıf birincisi olan hayvan her şeyi yarım yapabilen, geri zekâlı yılan balığı oldu. Ancak eğitimciler çok mutluydu çünkü herkes bütün dersleri görüyordu. Ve buna “geniş tabanlı eğitim sistemi” dediler.

Buna gülüyoruz ama gerçek bu. Sen de bunu yaşadın. Biz aslında herkesi başka biri yapmaya çalışıyoruz. O yüzden de insanların kendi olma potansiyellerini yok ediyoruz…
(Alıntı)